“Damlardaki kar, saçaklardaki buz / Kanı kaynayan suya dar geliyor. / Haberin var mı? Oluklardan / Akan su sesinde bahar geliyor. / Duy güneyden estiğini rüzgarın / Göreceksin neler olacak yarın. Yuvada çırpınan yavru kuşların / Uçmak hevesinde bahar geliyor.” Mevsim kıştan bahara döndüğünde, benim aklıma hep Cahit Sıtkı Tarancı’nın bu güzel şiiri gelir. Gerçi baharın bu şiirde tarif edilen gelişi, dünyamızın ısınmasıyla birlikte tam anlamıyla yaşanamıyor. Çünkü son yıllarda kış, çok ılık geçtiği için yeterince kar yağmıyor. Şimdilerde Ege’mizde, “damlardaki kar”dan, “saçaklardaki buzdan” söz etmek zor. Oysa bizim çocukluk yıllarımızda kışın öyle kar yağardı ki, okula giderken dizimizin üstüne kadar kara battığımızı bilirim. Aynı şekilde köydeyken çok kar yağdığında kurtların evlerin önüne kadar geldiğini, açlıktan ölmesinler diye kapıların önüne ekmek bırakıldığını hiç unutmam. Tabii kar bol olunca kışın dağlardan toplanan karlar, toprak altına gömülür, yaz aylarında çıkarılıp kar-buz olarak katırların sırtında evlere satılırdı. Elbette bahar gelip dağlardaki kar-buz eriyince nehirler gürül gürül çağlardı. Buldan’ın dereleri yaz mevsiminde dahi kurumaz, yıl boyu akmaya devam ederdi. Maalesef iklim günümüzde ısınıp yağış azaldığı için Tarancı’nın şiirindeki “kanı kaynayan su”lar, nehirler eskisi kadar güçlü akmıyor. Ege’nin pek çok büyük nehri bile yaz aylarında kurumaya yüz tutuyor.
KARAMSARLIK NEDİR, TANIMADIM
İklimin bu denli değişmesine, azalan yağışlara rağmen asla karamsar olmamak gerek. Çünkü iyimserlik ve mücadele bizim en önemli gıdamız. Atatürk’ün sözü bize daima rehber olmalı: “Ben hayatımın hiçbir anında karamsarlık nedir, tanımadım”. Hepimizin gönlüne yazması gereken bir inançtan hareketle, ruhumuzu her zaman bir bahar tazeliğinde tutmayı başarabilmeliyiz. Şunu hep akılda tutmalıyız: İnsan hayatı mevsimler gibidir. Mesela ilkbahar, insan hayatının doğum, serpilme, büyüme yıllarına benzer. Cıvıl cıvıldır, neşelidir, rengarenktir. Kuru dallar yeşerir, ağaçlar çiçek açar. Yaz mevsimi, gençlik gibidir. Keyfine doyum olmaz…Günler uzundur, dolu dolu yaşanır. Geceler açık havada, dostlarla birlikte, kalabalık sofralarda, muhabbetle geçer. Ama bir yandan da yaz dikkatli olunmadığında yakıcıdır. İş hayatına atılmak sıcakta ter dökmek; aşık olmaksa güneş altında yanıp kavrulmak gibidir. Sonbahar latiftir ama bir parça hüznü de barındırır içinde. Günler kısalmaya, geceler uzamaya başlar. Yaşlılık ise kış mevsimi gibidir. Onun için insan doğadaki baharın da, kendi yaşantısındaki baharın da kıymetini bilmeli. Hayatın her gününe bahar neşesi getirmeye gayret etmeli. Moralinin düşük olduğu zamanlarda aklına daima baharın güzelliklerini getirmeli…
YEŞİLİN 1400 TONU
Hayatımızın baharındayken, yani çocukluk yıllarımızda Buldan’a bahar geldiğinde içimiz kıpır kıpır olurdu. Buldan’ın renkli manzaraları yüreğime nakşolmuş canlı bir tablo gibidir. Hemen hemen her evin bahçesinde bulunan meyve ağaçları, çiçekleriyle etrafa mis gibi kokular salar. Bal arıları bu çiçeklerden nektar tolamak için vızır vızır dolanır, adeta yarışırlar. Buldan deresi,yaylada karların erimesiyle daha bir coşkun akar. Hatta suların kayalara çarptığında çıkardığı sesler bazen ürpertici bile olur. Çayır deresinde kestane ağaçları, kavaklar, söğütler, meyve ağaçlarının yeşil tonları adeta bibiriyle dans eder… Üniversitede okurken yeşilin dünyada 1400 tonu olduğunu öğrenmiştim. İşte doğayla iç içe yaşanan eski zamanlarda bizler yeşilin türlü çeşit tonuyla karşılaşırdık.Yeşil çimenler boylanınca halkımız mesire yerlerine akın ederdi. Akşamdan hazırlanmış dolmalar, sarmalar, kısırlar tabiki “balcan”, soğan,çağlalı erik ekşili dürümler… “Yi gari, yi!Nasılolsa Baştatlı suyu, Bulak suyu, Hasan suyu yidiğini eridiverir gari”…Ne mutlu ki Buldan’da çocukken gittiğimiz mesire yerlerine yıllar sonra kendi çocuklarımla, daha yakın zamandaysa torunumla birlikte gitmek nasip oldu. Onlar İstanbul’da doğup büyüselerde Buldan’ın güzellikleriyle tanışmaları benim için ayrı bir sevinç vesilesi. Zaten bahar mevsiminin keyfini en çok çocuklar çıkarır. Bizler çocukken bahar geldi mi zincirlerimizden kurtulmuşçasına sokakları doldururduk. Rengarenk uçurtmalar hazırlar, o zamanlar bomboş olan Tarakçı parkının altındaki eski mezarlık alanında toplanırdık. Bu büyük buluşmanın gayesi, uçurtmalarımızı yarıştırmaktı. Uçurtmanın ilk havalanma anının heyecanı, tarifsizdir. Gökyüzünde en yukarı çıkan uçurtmanın sahibi olmaksa haklı bir gurur sebebiydi. Bazı arkadaşlarımız kendi uçurtmasının kuyruğuna jilet bağlar, başka uçurtmaları kopartmaya çalışırlardı. Elbette bu beyhude bir çabaydı. Bu “hava muharebesinden” başarılı çıkan hemen hiç olmazdı.Hey gidi günler hey!
KÖYDE BAHAR BAŞKADIR
Bahar geldiğinde Buldan’ın yanı sıra civar köylerde ayrı güzellikler yaşanırdı. Doğanın uyanışı, insana hayranlık verir. Allah, tüm canlıları öylesine ince detaylarla yaratmış ki… Her birinin doğum zamanı, yiyeceklerinin ortaya çıkması, daima yaşadıkları coğrafyayla uyumludur. Daha öceki yazılarımda Güllü köyünde iki yüz koyun, iki yüz kadar keçimizin olduğundan bahsetmiştim. Baharın gelmesiyle sürümüzde doğumlar birbiri ardına gelmeye başlardı. Sürülerin eve dönmesini heyecanla bekler; geldiklerini duyduğumuzda sürüyü karşılamak için çıkardık. Zira çobanın heybesinde en az bir iki tane yeni doğmuş kuzu veya oğlak olurdu. Hemen onları kucağımıza alıp doğruca eve koşardık. Annem küçücük yavruları örtülere sarmalar, gürül gürül yanan ocağın başında ısınmalarını sağlardı. Hazırlamış olduğu sütü, onlara biberonla içirirdi. Bu besleme işine bizde zevkle dahil olurduk. Yeni doğan yavruları ocak başında korumamızın asıl nedeni,o yıllarda Nisan ayında bile hala yerlerde kar olmasıydı. Dediğim gibi, şimdilerde öyle kar yağmıyor artık, öyle soğuklar yok.
*
Bahar aylarında dünyaya gelen kuzularla oğlaklar özel mekanlarda tutulurdu. Onların minicik hallerinin güzelliğini, sevimliliğini anlatmaya kelimeler yetmez. Yavruların beyaz postlarındaki siyah lekeler o kadar farklı yerlerinde olur ki, kimisinin bir gözü siyah, birgözü beyazdır. Bu lekeler onların tanınmasında çok önemlidir. Bu farkları sayesinde her birini 40-50 kuzunun içinde hemen seçersin. Öğlen üzeri annelerin sütü sağıldıktan sonra yavrular serbest bırakılınca bir curcuna kopar ki görme gitsin! Hem yavrular, hem anneler meler, seslerinden birbirlerini çabucak bulurlar. Anneler, o curcuna içinde yavrularını sesinden olmasa bile kokusundan tanır, şayet yavrusu yanlışlıkla yabancı bir anneye emmeye giderse annesi başıyla onuuzaklaştırırdı. Kuzular ve oğlaklar bir aylık olunca daha da şirinleşirler. Hele oğlakların dört ayak üstünde zıp zıp zıplamalarının seyrine doyum olmaz. Diğer yandan Nisan ayı geldiğinde ekinlerin boyu 10-15 cm’e ulaşır, her taraf yeşile bürünür. Hafif bir rüzgar estiğinde ekinler deniz dalgası gibi dalgalanır. Tarlalarda pek ağaç olmadığından yeşilik göz alabildiğince uzanır…
*
Şimdi bizler, kendi hayatımızın kış aylarında olsak bile ruhumuzu hep bahar tazeliğinde, “bayram sevinciyle” yaşatmaya gayret ediyoruz. Çünkü hayat, daima umutla yaşanmalı. Her karanlık gecenin ardından sabahın geldiğini, hiç bitmeyecekmiş gibi duran kış soğukları ardından dalların çiçek açıp meyve verdiğini unutmamalı… Bahar yeryüzünden gitse bile onu gönüllerimizde yaşatabileceğimizi hep hatırlamalı. Ne demiş Ata’mız: “Ben hayatımın hiçbir anında karamsarlık nedir, tanımadım”.