BULDAN’DA YAŞAMAK
Geçen yazımda gençlerin yaz aylarındaki mezuniyet, evlilik ve askerlik heyecanlarını gayet iyi anladığımı; uzun zaman değil, “sadece (!)” 60 yıl önce onlarla aynı yollardan geçtiğimi ve kız isteme töreninde yaşadıklarımı anlatmıştım. Şimdi kaldığım yerden devam edip, sizleri hem askerliğe, hem de nikah masasına götürmek istiyorum. İkisi birden nasıl olur demeyin…
NİŞAN
Babaannemin ağabeyi, büyük dayımız Necip Buldanlıoğlu (1. dönem) ve Behçet Uz’dan (6-11 dönemler) sonra Buldan’ımızdan milletvekili seçilen üçüncü kişi olan amcam Kemal Cemal Öncel (8. dönem), evlenme hayali kurduğum Nurten’i “Allah’ın emri, peygamberin kavliyle” abisinden istemiş, onlar da “hayırlı olsun” diyerek bu evliliğe onay vermişlerdi. Tabii ben de rahat bir nefes almıştım. Ancak abisinin, daha doğrusu “Musa abimin” şöyle bir şartı oldu: “Okullarınız bittikten sonra nişanlılık safhasını fazla uzatmayın, madem evlenmek istiyorsunuz bir an önce nikahınız kıyılsın”. Bu talep, benim için mutluluk vericiydi tabii… Nurten’le aldığımız ortak karar doğrultusunda okuldan mezun olur olmaz askerlik başvurumu yaptım. Böylece yedek subaylık eğitimimi tamamladıktan hemen sonra nikahlanacak, kurada neresi çıkarsa oraya yeni evli bir çift olarak birlikte gidecektik. Bu plan doğrultusunda Eylül ayında yedeksubay okulundaki askerlik eğitimime başlamadan önce, Nurtenlerin büyüdüğü ahşap konağın salonunda, iki tarafın aile efradı ve bazı yakın dostların katılımıyla nişan törenimizi yaptık. Yüzüklerimizide büyük amcası Vehbi Bilimer taktı. Liseyi kız enstitüsünde okuyan Nurten, burada aldığı moda-dikiş eğitimiyle nişan elbisesini kendi dikmişti. Tasarımcısı ve terzisi olduğu kıyafetiyle her zamanki gibi pek zarifti vehaliyle gecenin yıldızıydı. Yedek subaylık eğitimimi tamamladıktan hemen sonra da nikah tarihimiz gelip çattı. Görev yerime evli bir çift olarak gidebilmek için hızlı davranmıştık. Ama gelin görün ki kurada görev yeri olarak öğrenciliğimi yaptığım İstanbul İstihkam Okulu Komutanlığı çıktı! Yani, başka bir şehre gitmiyorduk, evlenip yine İstanbul’da kalıyorduk.
NİKAH
1965 yılının Mart ayında Beyoğlu Nikah Dairesi salonlarında öğleden sonra nikahımız kıyılacaktı. (Bugün İstanbul’a ziyaret edecekler veya bilenler için bir bilgi vereyim, söz konusu bina bugün Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi adını taşıyor). Tasarımı erken Cumhuriyet döneminin önemli mimarlarından olan Rüknettin Güney’e ait olan bu bina, o yıllarda İstanbul’un en hoş evlendirme mekanlarından biriydi. Davetliler arasında Nurten’in ve benim arkadaşlarımız,yakınlarımız ve tabii akrabalarımızın yanısıra hiç hesapta olmayan bir grup daha vardı: İstihkam Okulu’ndaki eğitimlerini yeni tamamlamış, çiçeği burnunda yedek subay arkadaşlarım! Hal böyle olunca davetliler salona zor sığdılar. Nikah şahitlerimiz, Nurten adına büyük amcası Ata Börteçine, benim adıma da amcam Kemal Cemal Öncel idi. Malum, nikahlarda ayak basma ritüeli vardır. Asker arkadaşlarım başta olmak üzere bizim taraftan kulağıma sürekli “ayağına bas, ayağına bas” sesleri geliyordu. Nurten’in kendisinin tasarlayıp diktiği gelinliğinin etekleri yere kadar uzanıp ve yanlara doğru yayıldığı için benim ayaklarım eteğin altında kalmıştı.Bu sırada Nurten birkaç kez benim ayağıma bastı ama kimse bastığını görmedi tabii. Ben durumun böyle olduğunu anlayınca bacağımı kaldırıp ayağına basıyormuş gibi bir hamle yapınca bütün salonda bir alkış koptu ki duymaya değer…Ama gelin görün ki aslında ben eteğin altındaki boşluğa basıyordum, çünkü Nurten ayaklarını çoktan yana kaçırmış meğer!
SUBAY KORTEJİ
İnsan yıllar geçtikçe yaşamış olduğu pek çok günü tamamen unutuyor. Ama sanırım nikah töreni ve düğün bunlardan biri değil. Ne kadar zaman geçerse geçsin, o gün insanın zihninde tüm canlılığıyla kalıyor. Üstelik, o heyecan içinde ne yaptığını çok da bilemeden, bir rüyanın içinde oradan oraya sürüklenir gibi koştururken. Bizim nikahımızın en unutulmaz görüntülerinden birisi, hiçbirimiz profesyonel asker olmadığımız halde, tüm törenin subaylarla dolu olmasıydı. Çünkü aslında hepimiz yedek subay olarak görev başında olduğumuz için tüm arkadaşlarım törene resmi, subay üniformalarıyla gelmişlerdi. Elbette bu tayfa, törene harika bir enerji kattı. Subay arkadaşlarımdan Atıl Berge isimli arkadaşım fotoğraflarımızı çekiyor, şekerleri Nevzat dağıtıyordu. Hüsnü, Chevrolet marka arabasını süslemiş, gelin arabası olarak hazırlamıştı. İki arkadaşımda nikaha motosikletleriyle gelmişlerdi. Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi’nden geçerken (o zamanlar araç trafiğine açıktı) onlar motorlarıyla gelin arabasının önünde bize eşlik etmişlerdi. Adeta özel korumalarımızla yolculuk eder gibiydik. Yani, havamız tamdı. Denizli’den sıfır kilometre bir öğrenci olarak bu şehre geldikten sadece 4 yıl sonra böyle bir manzara yaşayacağımı söyleselerdi muhtemelen inanmakta zorluk çekerdim. Verdiği bu güzel imkanlar için daima Allah’a şükretmişimdir.
EV DÜĞÜNÜ
Nurten, mezun olduğu okulunun hastanesine, yani Zeynep Kâmil Hastanesi’ne baş hemşire olarak atandığı için ilk evimizi oraya yakın bir yerde tutmuştuk. Hastanenin hemen karşı tarafında güllerle dolu bahçesi olan bir apartmanın giriş katındaki bir dairede yaşayacaktık. Nikahtan sonra tüm aile işte bu evde, mütevazı bir düğün töreni için toplandık. Buldan’dan ve Türkiye’nin farklı noktalarından gelen tüm ailemiz orada bir araya geldi… Annem, babam, Başol abim ve eşi Jale, Şenol abim, halamın kızı Türkan ablam, kızları Tülin ve Tüzin, halamın oğluTevfik abi ve hanımı Rabia yengemiz… Buldan’daki ailemiz parça parça İstanbul’a kayıyordu. Elbette “Buldan” takımının yanında artık bizim de akrabamız olan eşimin ailesi de eksiksiz oradaydı. Hep birlikte çok güzel bir kutlama yaptık, unutulmaz bir gece yaşadık. O gecenin mimarı da Nurten idi; her şeyi düşünen organize eden oydu. Ben yedek subay okulunda olduğum için adeta baş davetli gibi, hiçbir zahmete katlanmadan gelip damat koltuğuna oturmuştum. Böyle dertsiz tasasız bir düğünden sonra bulutların üzerinde uçuyordum, sanki rüyadaydım!
***
Bu rüya gibi düğün davetinin ertesi günü, iş çamaşır yıkamaya gelince ayaklarımın yere basması gerektiği hızla anlaşıldı. Çünkü Nurten, düğünde kirlenen masa örtülerinin lekeleri çıksın diye elleriyle yıkayıp çitilemeye kalkınca elleri yara içinde kaldı. Hal böyle olunca bir sonraki gün hastanenin döner sermayesinden kredi çekip merdaneli bir çamaşır makinesi aldık. Bizler karı-koca dışarıda çalışan genç bir çift olarak değişen-dönüşen Türkiye’nin yeni, farklı bir kuşağıydık. Bir yandan çok kısıtlı olanaklarımız vardı, diğer yandan ise Türkiye dürüst ve çalışkan gençleri için daha iyi günler vaat ediyordu.