Hepinizin bildiği üzere güzel Buldan’ımız son yıllarda giderek daha fazla turist – ziyaretçi çekiyor. Özel konumu, dokuma atölyeleri ve güzel havasının yanı sıra geleneksel Buldan evleri bu ilginin en önemli sebeplerinden. Dolayısıyla ilçemizin tarihi dokusuna, ata yadigârı eski evlerimize el birliğiyle sahip çıkmamız, onları özenle yaşatmamız gerekiyor. Bunun yolu da eskiyen yapıların özgün biçimlerinin korunmasından, yani bilinçli şekilde restore edilmesinden geçiyor. Restorasyon, ilk bakışta sadece bir kapı-çerçeve yenileme, boyama işi gibi görülebilir, ancak bununla bitmez. Malzemeyi iyi tanımanın yanında, o binadaki yaşam biçimini ve her bir bölümün işlevini de iyi bilmeniz gerekir. Yeni malzemeyi eskinin dokusunda uygun seçmeniz ve doğru uygulamanız gerekir…Kötü bir restorasyon, eski bir yapının değerini düşürüp zarafetini bozabilir.
TARİHİ BİR YAPI
Meslek hayatımda pek çok restorasyon çalışması gerçekleştirsem de bir projenin bende çok ayrı bir yeri vardır: İstanbul’daki Çinili – Havuzlu Köşk olarak da bilinen Ayasağa (Ayazağa) Kasrı. Bugün, İstanbul’un en önemli iş merkezlerinden biri konumundaki Maslak civarında bulunan bu tarihi bina grubu, 1830’larda Sultan II. Mahmud tarafından yaptırılmış. Sultan Abdülaziz devrinde, Batı esintileri içeren bir tarzda yeniden inşa edilmiş. II. Meşrutiyet’in ilanından sonraysa (1908) askeriyeye verilmiş. 1936’da Atatürk’ün onayıyla tamiratı için 30 bin TL gönderilen bu bina topluluğu, 1966’da, yani benim yedek subaylığımda oldukça yıpranmış, eskimiş bir durumdaydı. Restorasyon görevi de İstihkam Okulu’ndaki tek İç Mimar olan bana verildi. Bu benim için hem çok büyük bir onur, hem de çok çetin bir sorumluluktu. Osmanlı’dan kalma bu zarif köşkler aslına uygun bir şekilde restore edilmeliydi. Çalışmaya başlarken aklımda pek çok teknik mesele vardı. Ancak genç bir insan olarak insanlarla uğraşmanın, binalarla uğraşmaktan çok daha güç bir iş olduğundan henüz haberim yoktu!
İNSANLARLA UĞRAŞMAK
Askerliğini yapanlar iyi bilirler… Orduda ast-üst ilişkisi hayati önemdedir; emre itiraz edilmesi düşünülemez. Ne var ki işin içine teknik konular girdiğinde durum biraz karışır. Benim restorasyon projem de biraz böyleydi. Aslında ben sadece bir yedek subaydım. Ancak üstlendiğim görevde muhatabım tüm üstlerimi atlayarak doğrudan okul komutanımızdı. Aşağı yukarı her gün gelip çalışmaları takip ediyor, ben de kendisine gerekli bilgileri veriyordum. Kara Kuvvetleri komutanı Cemal Tural da bu projeyle bizzat ilgileniyor; sık sık uğruyordu. Ben de kendisine mevcut durumu arz ediyordum. Aynı dönemde paşa, Genelkurmay Başkanı olunca silahlı kuvvetlerin en üst makamına karşı adeta doğrudan sorumluydum! Bu nedenle rütbemin çok çok üzerinde bir etki alanına ve karar verme gücüne kavuşmuştum. Restorasyonla ilgili taleplerimin yerine getirilmesi için benden daha yüksek rütbeli subaylar çalışıyordu. Elbette zaman zaman bu durumun neden olduğu garabetler de yaşadık. Örneğin köşk oldukça sapa bir yerde bulunduğu için bize bir araç tahsis ettiler. Benden yüksek rütbede olan bir üsteğmen sabahları gelip Beşiktaş'taki oturduğum evden beni alıyor, birlikte şantiyeye gidiyorduk.
***
Restorasyonun her şeyin en iyi şekilde yapılması için uğraşıyordum. Bunun için uzmanlara erişmem gerekiyordu. Topkapı Sarayı müdürü Hayrettin Örs’e bu görevinden önce mezun olduğum Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi’nin müdürüydü. Aklıma ona danışmak geldi. Hayrettin Hoca bana çok yardımcı oldu. Tüm ahşap, duvar ve süslemeleri için uzmanları yönlendirdi. Bir gün Çanakkale Seramik’in aslına uygun şekilde, özel olarak ürettiği seramikler yerlerine döşeniyordu. Bir hata olmaması için Topkapı sarayından gönderilen ustanın çalışmasını pür dikkat takip ederken biraz hatalı döşediğini fark ettim. Ben de mastarı aldım ustaya hatalı yeri göstermeye çalışırken biri mastarı elimden kaptı, baktım Faik Üsteğmen… Kendince bir şeyler anlatmaya, aklınca ustaya yön vermeye çalıştı. Ne var ki mimarlık eğitimi olmayan biri olarak anlatım biçimi, yönlendirmesi doğru değildi. Ustaların ve askerlerin yanında onun bu hareketine karşı çıkmadım. Ne de olsa rütbece benden yüksekti. Esasında onun bu konulara müdahale etme yetkisi de yoktu. Şantiye odasında yalnız kaldığımız anda kendisine -biraz da risk alarak- itiraz ettim:“Komutanım siz muvazzaf askersiniz, şimdi ben size askerlik dersi vermeye kalksam yakışık alır mı? Tabii ki almaz. Bu projenin mimar olan amiri benim.Müsaade ederseniz işimi yapayım. Bir daha bu tür bir müdahale olursa gerekli reaksiyonu gösteririm, bilgin olsun” dedim. Yani üstüme bir tür ayar verdim! Neyse ki bu konuşmadan sonra bir daha böyle bir densizlik yapmadı.
RENK SEÇİMİ
Proje devam ederken kızımın doğumu nedeniyle iki gün izne ayrılmıştım. Döndüğümde köşkün arka bölümünde, üst kata çıkan kısımda benim bej rengine boyattığım yerin maviye boyanmış olduğunu gördüm. Elbette çok şaşırdım. Üsteğmene “burayı kim maviye boyattı?” dediğimde, “Komutanın emriyle ben boyattım” dedi. Hemen boyacıları çağırıp tekrar eski bej rengine boyattım. Komutan muhtemelen istihkam sınıfının rengi mavi olduğu için böyle olmasını istemişti. Albayım ertesi sabah gelip de kendi seçtiği rengin değiştiğini görünce bana kızıp söylenmeye başladı. Ben de kararlı bir şekilde “komutanım asker olarak ne emrederseniz yaparım ama bu köşkün sanatkarı bensem bu renk kalacak” deyince biraz durdu, sonra da hışımla “siz sanatçılar hep böylesiniz zaten” dedi ve gitti.
***
Sekiz aylık bir çalışmadan sonra restorasyon bitmek üzereyken İzzet Albay köşkün girişine bir plaket yazalım dedi. Ben de “komutanım plakete, projede yer alanların ve çalışan ustaların isimlerini de yazalım” diye bir öneride bulundum. “Örneğin Harun Özer arkadaşımız köşkün tarihçesi için günlerce kütüphaneleri dolaştı” dedim. Ancak bu talebimi uygun görmedi. “Bu Köşk, 1966 yılında İstihkam Okulu, subayları ve sanatkarları tarafından restore edilmiştir” yazılı, İzzet Atalay imzalı bir plaket hazırlattı. Onu da köşkün hemen girişine uygun bir yere monte ettik.Artık her şey tamamdı. Restorasyonun bir noksanı kalmadığını defalarca kontrol ettik.
***
Açılış için büyük hazırlıklar yapıldı. Okul komutanımız herşeyin kusursuz olmasına büyük özen gösteriyordu. Zira buradaki başarısı onun terfisinde büyük bir rol oynayacaktı. (Ki öyle de oldu… 30 Ağustos’ta paşalık rütbesine yükseldi). Açılış günü Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Refik Yılmaz, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Necdet Uran, İstanbul valisi Vefa Poyraz, İstanbul Belediye Başkanı Haşim İşcan, askeri ve sivil protokol, İstihkam Okulu subayları ve kalabalık sivil halk katıldı. Bandonun çaldığı İstiklal Marşımızdan sonra Okul komutanımız restorasyon çalışmalarımız ve hizmetlerimiz konusunda bir konuşma yaptı. Sonrasında kuvvet komutanlarımız, hazır ol vaziyette bekleyen bizlere üzerinde adımız yazılı dolmakalem takımı ve 150 liralık para mükafatı verdiler. 150 TL, o güne göre değerli bir rakamdı. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay kurdeleyi kesip içeri girilirken biz hemen kapının önünde olduğumuzdan protokolle birlikte içeri girdik benim önümde Genelkurmay Başkanı Cemal Tural ile okul komutanımız vardı. Ortaya konan çalışmadan memnun görünen Cemal Tural girişteki plaketi okuyunca elini İzzet Albayımın omuzuna koydu ve “İzzet, buraya sanatkarlarında isimlerini de yazmalıydın” deyince İzzet Albayım gayri ihtiyari dönüp bana baktı, “sen mi söyledin yoksa?” gibisinden!İçimden hem güldüm, hem de çok rahatladım. Görev başarıyla tamamlanmıştı.